11 Eylül 2010 Cumartesi

Zamanın güzelliğe saygısı yok!


Güzel bir kadının yaşlanmasından daha trajik ne olabilir ki şu hayatta? Bir zamanlar kendisinin de içinde bulunduğu bir ligden zorunlu olarak çekilmek ve başka bir olgunluğa hapsedilmek çıldırtıcı olabilir. Yaşlanmak, bir kadın için gücünü kaybetmektir aslında, daha az arzulanır olmaktır. Hedef kitlesinin daralması demektir erkekler tarafında. Genç ve güzel bir kadının erişebileceği nimetlere uzaktan bakmaktır.

"The Countess" filmi, 16.yy'da yaşamış, dünyanın ilk seri katillerinden biri olan Kontes Bathory'nin kanlı hikayesini işlerken bir yandan da yaşlanmanın "sadist ve arızalı bir kadında" nelere yol açabileceğinin resmidir. Ve Julie Delpy, bu resmi başarıyla çizer.


Kırk yaşlarındaki kontes, kocası öldükten sonra genç ve yakışıklı bir aristokratla tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Ama genç adamın babası bu ilişkiye karşı çıkar ve sinsi bir entrikayla onları ayırır. Macaristan'ın kalın ve karanlık duvarları arasında Kontes Bathory, aşk acısıyla başetmeye çalışırken olayları farklı yorumlar. Yaşlı olduğu için terk edilmiştir. Sevgilisini döndürmenin tek yolu gençleşmektir!

Kontes, bunun için şimdiye kadar duyulmamış bir yöntem dener: kan banyosu! Altı yüze yakın bakireyi özel tasarlanmış çivili kapanında kurban ederek, kanlarında yıkanır. Yüzündeki hikayeleri silmek isterken, fark etmeden içindeki katili uyandırmıştır.

Aynaların bazen en büyük düşman olabileceğine dair demir kokulu bir biyografidir "The Countess". İçindeki kadını bulamadan, başka bir kadın olmayı istemektir. Soluk, ağır, nemli ve bunaltıcı Macaristan topraklarındaki "güzel" bir delirişin hikayesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder