31 Ağustos 2012 Cuma

Çocuk düşlerimiz yok artık!

Tom Cruise ve Katie Holmes'un bebekleri Suri doğduğundan beri gündemde. Ünlü starların çocuğu olmasıyla ilgili değil sadece bu ilgi. 4 yaşında ruj sürüp, topuklu ayakkabı giymesi nedeniyle de gündem yarattı bu küçük kız.


Şimdiden suricruisefashion.blogspot.com adresiyle bir moda bloğu olan Suri, günümüzün kafası karışık modern çağ insanının erken yaştaki bir adayı. Milyon dolarların içinde yüzüyor, ne giydiğine dikkat ediyor, kameraların karşısında dişil entrikalarını pazarlayan ablalarına özeniyor ve daha şimdiden bir moda ikonu olmanın hayallerini kuruyor.


Ne var ki biz de küçükken annemizin ayakkabılarını giyip makyaj yapardık diyenler var. Ama burda durum farklı. Çocukluğunu yaşayamayacak ölçüde paye biçilen, her istediğine kolaylıkla ulaşabilen, prenses ilüzyonuyla büyütülen bir çocuktan bahsediyoruz. Büyüdüğünde bu kızı ne mutlu edecek? Yaşıtları ilk göz kalemini sürerken o hep daha fazlasını isteyecek. Daha daha daha ve bu dahaların arasında belki de hiç yaşanmamış çocukluğunu özleyecek.




Maşallah, maşallah!

Sosyoloji akademisyeni ya da gazeteci olsam inceleyeceğim ilk olay budur: Adnan Hoca ve müridleri... Dünyadaki her kafayı anlayabiliyorum. Şeriatçıları, Manson grubunu, seri katilleri. Bir tek Adnan Oktar ve çevresindekilerin nasıl bir hayat sürüp gerçekte neyi savunduklarını anlayamadım.


Adnan Hoca Güzel Sanatlar Akademisi'ne gitmiş, elde ettiğim duyumlara göre deseni güçlü, hitap yeteneği kuvvetli bir insan. Peki sadece bunlar eğitimli, zeki birçok insanı tek bir odak etrafına toplayıp yönlendirebilmeye yeter mi? Harun Yahya mahlasıyla zamanında Nişantaşı'nın göbeğinde bedava kitap dağıtan, ünlü ailelerin çocuklarını çevresine toplayıp onların aileleriyle görüşmesini engelleyen bu insanda karşı konulmaz ve büyüleyici ne var?


İşte merak ettiğim nokta bu. Genelde psikolojik açıdan bakıldığında marjinal, fanatik ya da sapkın gruplara katılan üyelerin sevgisiz bir aileden çıktığını, zayıf karakterli olduğunu görüyoruz. Bu genelleme bu örnek için geçerli değil.


A9 TV4'de güzel kızları çevresine toplayıp sohbetler eden, güzelliğe ve doğaya meftun bu adam gerçekte ne istiyor ve nasıl yaşıyor? Etrafındaki bu dilinden "inşallah, maşallah" düşmeyen kızlar kim? Neden hepsi birbirine benziyor?


Silikonlu göğüsler, dolgu topuklar, şiş dudaklar, yapay sarı saçlar ve kedi makyajı arasında dinin emrettiği sadelik, tevazu ve batınilik nereye düşüyor? Bu Fendi yastıkların, gucci tişörtlerin, havuzlu evlerin ve BMW'lerin suyu nerden geliyor?


Birileri bana yanıt versin yoksa beni de yakında Adnan Hoca'nın yanında 'kedi canını seni' derken ya da demode tekno şarkılarda dans ederken görebilirsiniz:)

Benim gizli bahçem!

Bir süredir taş duvar-yeşil bahçe ikilisine takmış durumdayım. Pinterest'ten bulduğum fotoğraflara bakıp bahçeli ev hayalleri kuruyorum. Bahçeler özel alanlar. Özellikle İstanbul gibi bir şehirde, yeşilin tonlarına pantone'den bakan biz şehir insanlar için. Şehrin silüetini fallik ve tacizkar bir edayla mahveden gökdelen, plaza ve AVM'lerden o kadar sıkıldım ki...


Birkaç ay önce elmadağ taraflarında gezerken bir apartman gördüm. Muhtemelen eski bir rum apartmanıydı. Gördüğüm anda zaman dondum sanki. O taş avlu, eski kıvrımlı pencere kenarları, yüksek tavanlar, cumbalar ve camların hizasına çıkan ağaçlar. Yaşamak istediğim yer burası dedim. İnşaat projelerinin birbirinin aynısı, ruhsuz, istifçi zihniyetine inat o denli zamanı ve mekanı ruhunda taşıyordu ki bu apartman.


Bahçelerin gizli bir kavramı simgeliyor bende: bilinçaltı! Herkesin bir bahçesi var ve kimseye göstermediğimiz, ifade etmediğimiz gizli ve karanlık duygular saklı burda. Günlük hayatın kaldırımlarında yürümekten sıkılınca bahçemize dönüyoruz. Benim bahçem labirent gibi mesela. İçinde büyük yeşil sarmaşıklar ve yüksek duvarlar var.


Bazen yeşilliklerine bakıp huzur buluyorum, bazen kaygıların gölgesinde dinleniyorum, bazen yoruluyorum kendimi aramaktan, bazen oyun oynuyorum hayali karakterlerle.


Hani çocukken her şey daha büyülü, daha fantastik ve olduğundan farklı gözükür ya insanın gözüne, işte bahçemde o zamanlara dönüyorum.

7 Ağustos 2012 Salı

Alınmak ya da alınmamak... İşte bütün mesele bu!

Almak, evde kalmak, ayartmak, bulmak, bulamamak... Evlenmenin bizdeki tezahürü bu! Bir kadının evlenmemesi, onu isteyen birini bulamadığı anlamına geliyor. Kadınlarımızın hayattaki en büyük başarısı bir erkeği kafalayıp nikah masasına oturtmak. Bunu yapan kadın akıllı, yapamayan beceriksiz oluyor. Haremdeki kurallar hala geçerli. Dişiliğini kullanıp bir adamı baştan çıkar, sonra ona yaslan, önüne de bir bebek at, sonra keyfine bak.


Son günlerdeki en popüler örnek bu. Adam eski sevgilisiyle anlaşamadı, başka biriyle mutlu oldu, evlendi, çocuk yaptı. Sıralama bu şekilde olmayabilir ama sonuç bu. Genel bakış açımıza göre eski sevgili "beceriksiz ve istenmeyen kadın" oldu, yenisi "akıllı, işini bilen, becerikli".


Çünkü toplumsal kodlarımız hala aynı şekilde çalışıyor. Bir erkeğe yaslanmadan ayakta kalmak, evlenip çocuk yapmadan başarılı olmak mümkün değil. Ee aşk diye bir şey vardı, noldu ona? Hani tensel çekim, duygular önemliydi, herkese duyulmazdı, duyulduğu zaman da sonuna kadar yaşanırdı. Ama aşkla karın doymaz di mi? Karnımızı anca bol para, koca cipler, evlilik anlaşmaları doyuruyor. Çünkü çok açız...

Otur sıfır!


2012 Olimpiyatları'nda şu ana kadar aldığımız tek başarı güreşteki bronz madalya. Her gün yeni bir başarısızlıkla günü kapatıyoruz. Bolt denen adam 10 metreyi 1 saniyede koşuyor, biz yıllardır yerimizde sayıyoruz. Çünkü altyapımız sağlam değil, yeteri kadar yatırım yapılmıyor, seyirci desteğiyle beslenen bir spor ortamı yok, spora profesyonel yaklaşılmıyor.

Adamlar el kadarken yediğinden içtiğine kadar disiplinli bir programla olimpiyatlara hazırlanıyor. Bizim spor anlayışımız hala beden eğitiminde attığımız taklalar düzeyinde. Bir de işin mental kısmı var. Rakiplerimiz o kadar uzun bir zamandır olimpiyatları parsellemiş ki, yeni bir güç olarak aralarına katılabileceğimize dair inancımız yok.

Filenin sultanları, potanın perileri, dev adamlar diye isim koyup gaz vermekle olmuyor bu işler. Önce mevcut zihniyetin değişmesi için çaba sarfedeceksin, yatırım yapacak işi uzmanlarına bırakacaksın. Spor bakanlığını badem bıyıklıların elinden kurtarıp güncel spor anlayışını izleyen, vizyoner hocalara emanet edeceksin. Ondan sonra başarısız olursan o günkü havaya, şansa, kısmete bağlarız. Yani bahane bulmak kolay olur. Şimdi o da zor çünkü kral da çıplak, madalya da...

Bulutluluk özlemi!


Elif Şafak yaz aylarını sevmediğini açıklamış gazetelere. Yaz geldiğinde Londra'ya kaçıyormuş yazmak için. Başlangıçta bunun farklı gözükme çabasına atfen söylenilmiş stratejik bir cümle olduğunu düşünüyordum.

Lakin bu yaz kadına hak verdim. Bitse de gitsek şeklinde gün sayıyorum. İnsanın bu kadar çıplak kaldığı ve köşeye sıkıştığı bir mevsim olamaz. Turuncu ve yapış yapış bu hava insanı garip bir ruh haline sokuyor. Bırakın çalışmayı nefes almak bile zor.

Doğru dürüst yazılmıyor, okunmuyor, hiç bir şeye konsantre olunmuyor. Yaratıcılık, melankoli ve garip ruh halleriyle beslenen bir süreç. Işıklı, palmiyeli ve parmak arası terlikli bir havada olmuyor, yaratılmıyor.

Kahvenin sıcaklığıyla buğulanan camları, yağmuru, battaniye altına girip bir şeyler izlemeyi, toprağın kokusunu ve çizmelerimi özledim.