30 Haziran 2010 Çarşamba

Tango

Arjantin'in dünya insanlarına hediye ettiği en değerli şeydir tango. Avrupalılar, salon dansı haline getirip katatonik bir uyumsuzluğun nesnesi yapsalar da, tango sokaklara aittir.

Yoksulların, göçmenlerin ve fahişelerin, hayatın getirdiği umutsuzluğa ve karanlığa karşı çıkışlarıdır aslında. Üstün fiziksel hakimiyet, denge ve akıcılık gerektirir. Erkeğin kovaladığı ve kadının sürekli kaçtığı bir oyun gibidir. Erkek her figürde tuzak kurar, kadınsa ya bu tuzağa düşer ya da "resti gördüm" der.

Müziği kusursuzdur. "Bandoneon" isimli çalması zor enstrumanın süslediği ezgiler, insanı başka dünyalara götürür. Tango öncelikle yaşadığınız hissettirir, bedeninizi diri tutar, beyinle vücut arasındaki koordinasyonu ve konsantrasyonunuzu güçlendirir, sosyalleştirir, eğlendirir ve iki vücutla tek hareket edebilmeyi öğretir.

Her dansta yeni şeyler keşfeder, yeni şeyler yaratırsınız. Kendinizin de içinde olduğu kısa hikayeler yazarsınız. Ve hayalgücünüzle gerçek dünya arasında sıkışmaya başlarsınız bir süre sonra. Hep dans etmek istersiniz. Çünkü kelimeler olmadan da kendinizi ifade edebileceğinizi öğrenmişsinizdir bir kere. Tangoda geçmiş ya da gelecek yoktur. Sadece "an" vardır ve onu yaşarsınız.

Gelelim tangonun ruhunu yakalayabileceğiniz, bu harika dansı öğrenebileceğiniz mekan önerisine.
http://www.tangojean.net/
Gece, gündüz, hafta içi ya da sonu demeden gittiğiniz her saatte dans edebileceğiniz, canlı müzik dinleyebileceğiniz, içkinizi yudumlayabileceğiniz güzel yer!
Nerden mi biliyorum? Gittim, dans ettim, kendi hikayelerimi yazdım. Yazdıklarımı tek tek duvarlarına astım. Kimse görmüyor ama ben biliyorum, hepsi hala ordalar...

29 Haziran 2010 Salı

Gel tanışalım önce, ben kısaca FD!

Kendimi durdurduğum, susturduğum zamanlar var. Her şeyi nadasa bırakıp, uzaktan izlediğim. Bir de kendime yasakladıklarım var. İlkyardım dolabı gibi kafamda bir yerde öylece duruyor. Üzerinde kocaman bir çarpı işareti var. Hatırlamaktan kaçtığım, merhaba diyemediklerim kişiler değil aslında, zamanlar.

Zamanları özlüyorum, feridun şarkılarının eşlik ettiği zamanları. Aradıklarımı, bulamadıklarımı, acıdıklarımı, acıttıklarımı, bıraktıklarımı, beni ben yapan her şeyi. En çok da "zamandaki kendimi". Zamandaki beni kim tanıyabilir, geçmişi kim anlayabilir? O yüzden size ondan ve kısa kısa o güzel şarkılarından bahsetmeliyim:

"Buralar soğuk siyah çirkin karanlık
Yani gelme
Seviştiğimiz gecelerde kal
Bize benzeme"

"İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor inmiyorsun"

"Dört yanım hasret
Unutulmuş bir ada gibiyim
Açıklarımda batmış yüzbinlerce gemi
Limanım yorgun yastan"

"Yine kış gelecek üşüyeceksin
Benden uzakta neler düşüneceksin
Üşüyorum ellerin yok
Gittin gideli bir tek düşüm yok"

"Yorgun uykunun rüyası yetmez
Beni sen öldür bu gece bu sancı bitmez
Aşka yazılan her yalan gerçek
Aşk eskir eskiye dönmez"

"Bir gün kabalık edersem
Habersiz çekip gidersem
Yalnızlığım sana emanet"

"Bana hüzün yapma bu gece gelemem
Bu gece bu kent benden tenha çekemem
Dumanlarım boğuyor ruhumun odalarını
Uyumak istiyorum bırak soruları"

"Sen ne güzel güldün solmuyordun
hem çok seviyordun hem beni yormuyordun"

"Gün gelir de bir gün durulur muyum
Sorular sormaktan yorulur muyum
Eski yalanlarla avunur muyum"

"Aradığım bulunmayan haykırdığım duyulmayan
Sen asla dün olmayan bir yaşanmamış an"

"Ararsam bulurum sandım
Bulunca durulurum
Durulmuyor denizim"

FD

Estetik Kaygılar!

Göz önünde olan kadınların, nasıl göründüklerini önemsemeleri çok doğal. Ve daha güzel görünmek için çabalamaları da... Ama sorarım size, dünyanın en güzel ve anlamlı yüzlerinden biri bunu kendine nasıl yapar?


Her kaşı kalkık, burnu hokka, elmacık kemikleri çıkık olan kadın güzel midir? İfademizi güçlendiren, yüzümüze karakter katan, bizi biz yapan biraz da kusurlarımız değil midir?





Biz kadınlar, konu güzellik olunca sürü psikolojisiyle hareket etme konusunda nasıl bu denli iştahlı olabiliriz? Partilerde pişti olmamak için kişiye özel kıyafetler diktirirken, bir yandan da birbirimize bu kadar benzemeyi nasıl hazmederiz?


Dahası silikon ve botoksun "mesih", kliniklerin "ibadethane" olduğu, on beş yaşındaki genç kızların estetik merkezlerine koştuğu, taklitlerin aslını yüceltmediği bir ortamda "gerçeği" nerde arar ve nasıl buluruz?

26 Haziran 2010 Cumartesi

On numara yalnızlık!

Çok değil, iki-üç yıl önce gözleri gülen bir çocuk vardı. Amatör, duygusal, neşeli, esprili, mutlu ve hafif... Abilerinin yanında büyüyen, afacan bir oğlan gibiydi sanki.

O çocuk kısa sürede büyüdü, büyüttüler. Omuzlarına birbirinden ağır, iki demir külçe astılar. Çok yorulduğunda bir tarafa yaslanıp dinlenemesin diye. Koluna da kalın bir zincir vurdular. Her adımda kim olduğunu hatırlasın diye...

Çocuk şimdi eskisi gibi değil. Nerdeyse hiç gülmüyor, suratı hep asık. Büyüklerin kıyafetlerinden giyip, onlar gibi davranıyor.


Güvercin taklaları atarken, kara martıların hızlı kanatlarına biniyor; onun başarısını ve hikayesini takip eden binlerce sinsi gözün ortasında yaşıyor artık.

Attığı bir golde ilah, kaçırdığı her golde başarısız oluyor. O kadar yükseklerdeki yanlış bir adımı, tepe taklak olmak demek. Bunun o da farkında. Siyah gözlüklerin arkasına saklanışı, eskisi gibi çocuk ruhunu göstermeyişi hep bu yüzden.

Her başarının büyük bir bedeli olduğunun farkında. Bugün ismini gururla haykıranlar, yarın onu sövenlerin başında olabilir.

Arda büyüdü. Oyunun kurallarını öğrendi. Masumiyetini kaybetmeden "en" olmanın, çamurlara batmadan "ben" olmanın bir yolu yok bu topraklarda. On numaralı forma, on numara bir yalnızlık getirdi ona; profesyonel, parıltılı ve pahalı...

25 Haziran 2010 Cuma

Sorarım böyle bir adamı sokaklara salmak tehlikeli değil mi?

Küçük İskender, Erotika kitabının arkasında kendisi için böyle dese de, sokakların adamıdır o. Beyoğlu keşmekeşinin arsız ve kirli arzularından beslenir, sarhoş kaldırımlarında uyur, karanlık koynunda büyür. Ben bir imge çapkınıyım der. Öyledir de... Kelimelerinin ayıbı, çirkini, kötüsü yoktur. Çırılçıplak yaşar, çırılçıplak yazar. Bize de okumak düşer.

bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık
kütür kütür küfrediyor gece imanıma
bir yaprak kırılıp suya düşüyor
su yaralanıyor su kanıyor şelale!

ah nasıl titredim tensiz
bir piyanist büküldü sanki
kesişen ayrışık doğrular gibi
çarpışıverdim yüzünle.
Yüzün öyle düzgün suna bir elyazısı
yüzün yüzüme aksedince
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!

bitmemiş bir ömrün yalanısın
sen: kabuslarımın tabiri,
çocukluğumun arta kalanısın!
öldüreceğim kendimi dudaklarınla
dudakların etle, şehvetle seferber
sen, bana inen son kutsal kitap
son fakir yatır
son aciz peygamber!

bir martıyı ağlattın işte
bir çocuk garanti intihar eder artık

Saç fetişisti oldum sonunda!

Tamam şampuan reklamlarındaki gibi ahenkle dans etmesin de, varsın düzgün otursun o da yok! Evet kendi saçlarımdan bahsediyorum, daha doğrusu size şikayet ediyorum. Bir kaç senedir iyice kimliğini yitiren, telleri arasında ayrılıkçı gruplar barındıran, adeta kendi saltanatını kuran kafamdaki şeylerden bıktım!

Kıvırcık desen değil, dalgalı değil, düz zaten değil! Bir tarafı nemli, bir tarafı kuru. Kabarmaya yer arar. İki gün üstüste topla sonra başının üstünde hain bir brokoli bulutuyla gez dolaş!

Şöyle ince telli, yumuşak, sakin, söz dinleyen saçlar istiyorum. Güneşin altında renk renk parlayan, dağılan, uçuşan saçlar istiyorum! Hiç bir şey yapmadan da kendiliğinden bir stil sahibi olacak saçlara acilen ihtiyacım var.

Konu önemsiz demeyin. Yüzün ifadesini veren çerçeveden bahsediyoruz nihayetinde. Artık bu saç özleminden yolda gördüğüm güzel saçlı kadınlara bakmaya başladım. Hele o Bomonti arkasında gördüğüm Renoir tablolarından fırlamış figürü ise hala unutamam. Sevgili dostum Güliz'e göreyse düz saç sıkıcıymış, iyi de bu da fazla eğlenceli. İnsan ara sıra dinlenmek istiyor.

Katlı kesim olmuyor, gölge balyaj durmuyor, kimse beni böyle yormuyor, yandım allah ben bu saçlardan!

24 Haziran 2010 Perşembe

Cannes Lions 2010









Kaya balığı mısınız, yoksa nilüfer çiçeği mi?


Her ilişkinin bir hikayesi vardır. Siz gidersiniz, hikayeniz kalır. Bazen bir şarkı, bir söz ya da bir kokuyla dönersiniz geçmiş günlere. Çoğunlukla gülümseyerek anarsınız eski günleri. Çünkü bitenler ve gidenlerden hep iyi anılar kalır geriye. Özlemek dedikleri şey, tam da budur. Onu değil ama onun sizi sevme şeklini özlersiniz. Yani yine kendinizi özlersiniz bir bakıma. Başkasında vücut bulmuş halinize dışardan bakmak istersiniz yeniden. Ama zaman geçmiş, yanınızdaki isimler değişmiştir artık. Hayat, hiç bir zaman bıraktığımız yerde kalmaz. Zaten kalsa adı "hayat" olmaz.

Benim de "1+1=2" olma hallerinden bir hikaye var aklımda. Kaya balığı ile nilüfer çiçeğinin hikayesi... İlişkide hangi rolü oynadığımızın ya da o ilişkide nerde durduğumuzun resmidir bu aslında.

Malum kişi bir keresinde şuna benzer bir şey dedi bana "uzaktan levrek gibi görünüyordun, meğer kaya balığıymışsın!". Kadınlar genelde çiçeklerle sembolize edilirler, balıkla eşleştirilen nadir örneklerden biriyim herhalde. Ama sorun bende değil belki de, malum kişi balık düşkünü bir Karadenizli!

Neyse, hangi ara levrek kıvraklığımı kaybedip, pullarımı döktüğümü bilmiyorum. Ama kaya balıkları hangi özellikleri taşır, onu iyi biliyorum. Bunlar diplerde, kaya kovuklarında ve yalnız yaşarlarmış. Anahtar kelime "dip", yani "deep", yani "derin"! Evet küçüklüğümden beri hindi gibi kös kös düşünme halim yeni bir sıfat eklemiş oldu bana. Durur muyum ben de hemen karşı atağa geçtim. Malum kişiye "hah sen de o zaman nilüfer çiçeğisin" dedim. Yüzeyde öylece kımıldamadan duran, etliye sütlüye karışmayan mutlu çiçek!

Bizim bu ilişkide rollerimiz böylece belli oldu. Ben zaman zaman yüzeye çıkıp mutlu çiçeğimin halini sordum. O da zaman zaman sesini duyurmak için derinlere seslendi. Zaman akıp geçti duru sularda...

Kadın, erkek, mantık, duygu, akıl, tutku, aynı, farklı, genel veya detay... Kadın ve erkek olarak taşıdığımız özellikler, yapılarımız yaşadığımız ilişkileri ve hikayeleri belirliyor. Bunu günlük hayatta ve sosyal ilişkilerimizde de yaşıyoruz aslında.

Kimi zaman rollerimizi değiştiriyoruz. Kaya balığı olduğumuz halde nilüfer çiçeği gibi davranmak zorunda kalabiliyoruz mesela. Yüzümüzü güneşe çevirip, tasasız dertsiz bir varolma içgüdüsüyle sarılabiliyoruz hayata. Ama gerçek bir yerde mutlaka açığa çıkıyor. İçimizde gizli gizli yüzen kaya balığı derinleri özlüyor. Yüzeye kocaman bir baloncuk yolluyor "bloop" diye. O baloncuk en münasebetsiz zamanlarda patlıyor yüzümüzde. Ve tüm başlangıçların sonu oluyor farketmesek de. Kaya balığı da sessizce dalıyor ait olduğu yere...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bir küçücük kız çocuğu bak duruyor orada hala!

Sevgili Zamazzingo okurları!
Yukardaki fotoğrafta beni ve ablamı görüyorsunuz. Bu çok sevdiğim, efsane bir poz! Siyah iki örgülü, kırmızı hırkalı kız ablam. Yanındaki turuncu hırkalı, kafasında kendi kadar kırmızı kurdela taşıyan müzevir bakışlı, bitirim duruşlu pesimist bebekse benim!

Fatih'in hangi derme çatma, kırık dökük fotoğrafçısında çekildi bu fotoğraf bilmiyorum. Anneme sorsanız, Nihat Odabaşı ayarında bir yer olduğunu söyler ya neyse:) Hangi gezegende doğduğunu, hangi aileye mensup olduğunu, dahası nasıl bir hayat yaşayacağını bilmemenin o masum ve çaresiz birlikteliği var bence duruşlarımızda.

Her şey çok gerçek, olduğu gibi abartısız. Maskeler yok, etiketler, ünvanlar yok, saç boyaları, güzellik kremleri yok, kadın olmanın getirdiği o her şeye yetişmeliyim telaşı yok. Her şey durmuş zaman donmuş gibi. Kırmızı ve turuncu kazaklı iki kız çocuğu yanyana durup bakmışlar öylece. Geçmişi bilmeden, geleceği ise hiç düşünmeden...

Devrelerim mi yandı ne?


İnsan beyni nasıl çalışıyor, o kadar bilgiyi hafızamızda nasıl tutuyoruz, bilinçaltı nasıl bir dolapçık bilmiyoruz tam anlamıyla. Yalnız benimkinin ara sıra su kaynattığı kesin!

Yeşilçam filmlerinin sıkı bir takipçisi olarak Hülya Koçyiğit'in izlemediğim filmi yoktur desem yeridir. (Burdan Ömer Lütfi Akad üçlemesinin "Gelin" filmine saygılarımı sunmayı borç bilirim.) Hülya Koçyiğit'in kızı Gülşah K.'de bir ara oyunculuk yapıyordu. Sonra evlendi. İki kızı oldu falan.

Neyse aklımda nerden kalmış, aile hayatları hakkında nasıl güzide bir istihbarat edinmişim bilmiyorum ama yıllarca ben Gülşah Koçyiğit ve kızlarına üzülüp durdum. Nedense çok kötü bir hayatları var, fakirlik içinde yaşıyorlar diye aklımda kalmış. Olur ya bir ara çok parlayıp sonra otel köşelerinde biten star hayatları. Bende de, bu aile aynı izlenimi bıraktı. Ne zaman onları düşünsem, boğuk, sarı sıcak, eski mobilyalarla dolu havasız bir salona girmiş gibi hissettim kendimi. Geçenlerde hayali kahramanlarımla gazete sayfalarında karşılaştım sonunda.

Fotoğraflar üstte! Buyrun burdan yakın. Her şey yolunda. Kızlar iyi eğitim almış, büyük olan iyi bir evlilik yapmış, maddi durum maşallah yerinde, hatta dünya jet sosyetesinde görünmeye başlamışlar. Ortalıkta endişelenecek, üzülücek bir durum yok. Neyse rahatladım. Artık kendi dertlerimi düşünebilirim. Bir sonraki abuk subuklamada görüşmek üzere...

21 Haziran 2010 Pazartesi

ARaf


Her insan kafasının üzerinde kendini temsil eden bir noktalama işareti taşısaydı, benimki şüphesiz kocaman bir soru işareti olurdu. Nokta taşıyacak kadar bitmiş hissetmiyorum kendimi hiç. Virgül için de fazla sabırsızım, sonraki kelimeyi bekleyemem. Noktalı virgülün kullanımı oldum olası zor gelir. Soru işareti her yere, her saate uyar.

Hayat, aldığımız kararların toplamıysa, durum benim için ne kadar can sıkıcı bir düşünün. Kafamdaki sorulardan kurtulup bir karar vermek ve geride bıraktığımı hiç düşünmemek yaradılışıma ters. O yüzden bavulunu toplayıp, bir çırpıda karar veren insanlara çok özenmişimdir her zaman.

Eski, yaşattıklarıyla; yeni vadettikleriyle güçlü. Bense ikisi arasında bir yerde kalıyorum çoğu zaman. Saçmasapan ayrıntılarla ve tek hücreli canlılar gibi çoğalan soru işaretleriyle dolu bir araf bu. Gitsem mi, kalsam mı, onu mu seçsem bunu mu? İnsan ilişkilerinden tutun, sıradan bir alışveriş gününü bile cehenneme çeviren bir özellik bu. Aynı zamanda güçlü bir analitik zeka, kıyaslama yöntemi ve hafıza gerektiriyor. (bunlar bende var demiyorum, yanlış anlamayın:)

Birisi benim yerime karar verse diye düşünüyorum. Hatta çok param olsa da kendime birini tutsam "karar mekanizması" olarak yerime karar verecek. Beni bu kafası kesik tavuk gibi dolaştığım kümesten tutup çıkaracak. Ona "karar kişisi" desem mesela. O benim yerime karar verse, ben ona uysam, oh!

Eğer seçenekler, tarafları keskinleştirecek özelliklere sahipse işim nispeten kolay oluyor. Ama türlü özellikleriyle birbiriyle yarışan iki şey çıkınca karşıma, kafam iki aylık bir kedinin oynadığı bir örgü yumağına dönüyor. Sonra kendi içimde mehteran takımı gibi sallanmaya başlıyorum. İki ileri bir geri. Ona mı gitsem, buna mı? şunu mu alsam bunu mu? Durum Woody Allen filmlerindeki trajikomik karakterlerin seviyesine varmak üzere, ha gayret!

Geçenlerde bunun nedenini, daha doğrusu beslendiği kaynağını buldum. Ben iki evde büyüdüm. Kendi evimiz ve çok sevildiğim aile yarısı komşularımızın evi. İki annem, iki babam, üç abim, bir ablam vardı resmen. Gün boyunca arasında mekik dokuduğum o alt ve üst daire, şimdi yaşadıklarımın bir metaforu aslında. Freud amcanın önünde saygıyla eğilirim bu arada.

Evet işte böyle. Seçenekler ne kadar baştan çıkarıcı ve güçlüyse, iç yarılmamız da o kadar güçlü oluyor bu hayatta. Mesela şimdi olduğu gibi, bu metnin başlığını küçük mü yazsam yoksa büyük mü, küçük mü, büyük mü?

15 Haziran 2010 Salı

Kötü biri olmanın dayanılmaz ağırlığı!

1971'de The Who'nun seslendirdiği, 2003 yılında Limp Bizkit'in coverladığı, Gothika filminin soundtrack albümünde de yer alan "Behind Blue Eyes" şarkısı şu sözlerle başlar:

No one knows what it's like
To be the bad man
To be the sad man
Behind blue eyes!

Kötü birinin hissettiği yalnızlıktan bahseden nadir şarkılardan biridir. İyi ve onaylanan birinin o meşru üstünlüğüne karşı, aile, ilişki, evlilik, devlet farketmez sistemi bir yerinden oynatmış biri gerçekten ne hisseder? Bahsettiğim şu tamamen iyi ya da tamamen kötü olan karton tiplerden değil. Hepimizin içinde saklanan karanlık noktaları ruhunun kalemiyle birleştirmiş karakterlerden bahsediyorum. İçindeki boşluğu doldurmak için her yolu deneyen, kendini hiç bir yere ait hissetmeyen ve hayattaki tek varoluşu başkalarını mutsuz görmek olan insanlar nasıl yaşar?

İyi biri olmanın getirdiği iç huzurunu duymadan, sonsuza kadar lodosa kapılmış bir tekne gibi sürekli sallanmak ve karaya adım atamamak ne hissettirir? Son zamanlarda okuduğum bütün kitaplarda ve izlediğim filmlerde hep buna dikkat ediyorum. Kahramanlara çelme takmaya çalışanların dramına yani...

Amadeus, bunu güçlü bir şekilde anlatan filmlerden biridir. Saray bestecisi Salieri'nin Mozart'ın karşısında hissettiği çaresizlik çok şey ifade eder. Tanrıya müzik yaparak ulaşmaya çalışan bir adamın, tanrının kanatlarını ona değil Mozart'a verdiğini farketmesiyle hissettiği öfke ve intikam hissi benzersizdir. Filmi taşıyan ayaklardan biri Mozart'sa, diğeri tartışmasız Salieri'dir. Mozart'ın müzikal yeteneğine büyük bir hayranlık ve kıskançlık besleyen adam, onu öldürmeye kadar gidecektir.

Dramaturji ustası Haluk hocamızın da dediği gibi; güçlü bir çatışmanın olduğu yere dikkatle bakın, iyi yaratılmış bir kötü mutlaka göreceksiniz!

14 Haziran 2010 Pazartesi

Yirmi yaş dişine açık mektup!


Siz dört tanesiniz, bense yalnızım!
O yüzden erkekseniz teker teker gelin.
Amacınız ne önce onu söyleyin.
İki yıl pusuda yatıp birden "cee" yapmak da neyin nesi?
Kaçak dövüşmeyin, sıkıysa çıkın karşıma.
Size iki çift lafım var.
Ben evrim mevrim dinlemem arkadaş.
Yastığa kafamı koyduğunda "zonk zonk" diye gong çalan bir diş benden diildir.
O yüzden toparlanıp gidin, burası size göre değil.
Ne işe yararsınız? Hiç. Ancak zahmet zulüm.
Bir de Vefa dediğin İstanbul'da bir semt adıymış.
Günde kaç kere fırçalıyorum sizleri, iki minnet duyup susmak yok.
İlle çıkıcam, ille önümdekileri iticem.
İtin bakalım, bozulan diş yapımdan sizin beyaz mineleriniz suçlu!
Yirmilikler! siz beni iyi tanırsınız. İplerimi bir başkasına teslim etmek hep rahatsız etmiştir beni. Doktor, şoför, kuaför farketmez.
Hele Stephen King kitaplarıyla büyüyen bir neslin temsilcisi olarak dişçi fantezilerim oldukça yaratıcı ve can sıkıcıdır.
Ama fazla naz da aşık usandırır. Ya şimdi çıkın adam gibi ya da sonsuza kadar susun!
Yoksa dişçi koltuğuymuş, çene cerrahıymış dinlemem. Gider çektiririm dördünüzü birden.
Sonra ağzımdan sızan kan, şişmeye başlayan yüzümle dişçiden çıkar, kapıyı kapar, peçetenin içinde yamuk yumuk duran sizlere son kez bakar ve Yeşilçamın kötü jönlerine taş çıkaracak bir kahkaha patlatarak şöyle derim:
Şimdi Onlar Düşünsün!

11 Haziran 2010 Cuma

Body World!




1945 Polonya doğumlu anatomi profesörü Gunther Von Hagens'in "Body World" isimli sergisi, 11 Haziran'dan itibaren Karaköy Antrepo'da!

Gunther Von Hagens, bu ilginç çalışmada "gerçek kadavralar" kullanmış. Organ bağışlar gibi insanlar, hayatın bittiği yerde bedenlerinin değişik şekillerde kullanılmasına gönüllü olmuşlar yani. Bu arada bir form doldurarak öldükten sonra siz de serginin objelerinden biri haline gelebilirsiniz. (Türkiye'den de gönüllü bir iki kişi varmış ama onlar henüz ölmemiş. Allah gecinden versin demek lazım!)

Peki bu kadavralar bozulmadan nasıl saklanıyor?
Profesör, öldükten sonra vücudumuzun çürümesine yol açan bakterilerin yaşam alanı olan suyu dokulardan temizleyip, yerine polimer enjekte etmiş ve çürümeyi sonsuza kadar durdurmuş. Bu yönteme "plastinasyon" deniyor, bir nevi mumyalama işlemi yani.

İnsan anatomisini öğrenmek, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide gezinmek ve yaşamsal bir farkındalık kazanmak için sergi birebir! Ama herkesin midesi kaldırır mı onu bilmiyorum işte. Sigara içen ve içmeyen birinin ciğerleri arasındaki farka kadar bilgilenebileceğimiz bu sergi, marjinal bir bilim adamının sanatsal bir meydan okuyuşu aslında.

Ben sergiyi çok merak ediyorum. Ama bir yandan da korkuyorum. Varoluşumuzu anlamlı kılan, bizi tek hücreli canlılardan ayıran o "farklı olduğunu zannetme halini" yitirmekten korkuyorum. Ne yani, iki kas parçası, iki lif miyiz sadece? Hayat ve ölüm bu kadar basit mi? Bilemiyorum. Yine de midesi sağlam olup, farklı bir tecrübe yaşamak isteyenlere şiddetle tavsiye ediyorum!

10 Haziran 2010 Perşembe

Sweetvision!

Bir Eurovision daha geride kaldı. Gary Lineker'in ünlü sözü "futbol 22 kişinin 90 dakika boyunca oynadığı ve sonunda almanların kazandığı bir oyundur." sözünü, yıllar sonra bir şarkı yarışmasında anmış olduk.

Benimse bu geceden tek kazancım, Ukrayna temsilcisi Alyosha ve güzel şarkısı "Sweet People" oldu. Dünyanın gidişine dair bir isyanı barındıran ve bunu Alyosha'nın iç gıcıklayan brütal vokaliyle destekleyen şarkı, ismiyle de güzel bir gönderme yapıyordu.

Sweet People, en azından ilk beşe girmeliydi. Ama giremedi. Çünkü Eurovision, kolay algılanan, dile dolanan şarkıların ve sevimli solistlerin yarışmasına dönüşmeye başladı son iki yıldır. Geçen yılın kazananı Alexander Rybak-Lena kromozomlarından doğabilecek bir çocuğun Eurovision'u rahat on, on beş yıl domine edebileceğini kestirmek güç değil bu arada!

Evet diyeceğim şu ki; biz de seneye en güçlü silahımızı kullanalım bu yarışmada. Nil katılsın mesela. Şarkıları özgün ve hareketli, dansları eğlenceli, ee kendisi de çok sempatik! O halde bir birincilik daha neden gelmesin şekerler?

Dizilerin Gücü Adına!


Televizyon projelerinin başarı göstergesi sadece reytingler midir? Hiç sanmıyorum. Bakınız şu güzide örneklere! Yurdum insanı başkasının mahremini izlemenin meşru bir yolunu bulmuş, üstüne geniş fantezi gücünü ve pazarlama taktiğini de eklemiş. Ortaya çarşı pazar gezmeyi seven her Türk televizyon izleyicisini gülümsetecek bu kareler çıkmış. Biraz edepsiz, biraz avam ama kesinlikle gerçek!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Aman Leydim Gagalama Beni!


Zaman zaman bazı insanlar gökten düşmüşcesine birden bire ortaya çıkarlar ya, Lady Gaga benim için tam da böyle biri. Nerden gelir, kimdir, ne yapar demeye kalmadan müzik kanallarında klipleri dönmeye başladı sanki. Parlak mayoları, fütüristik ayakkabıları, pop gözlükleriyle gazete sayfalarını süslemeye başladı. Uzun zaman önyargıyla karşıladım bu her şeyden biraz, bir şeyden az kadını. Garipsedim, burun kıvırdım.

Nihayet geçenlerde bir klibine rastladım ve baştan sona kadar izledim. Poker Face, Bad Romance, Just Dance, Paparazzi derken yavaş yavaş bu absürd dünyaya çekildiğimi hissettim. Bence Lady Gaga'nın büyüsü tek bir şey olmamaktan geliyor. Hiç bir kategoriye sokamıyorsunuz kolayca. Güzel değil, çirkin de değil; ne tam kadın ne de erkek, yaptığı müzik de öyle ne pop ne elektronik, ne eski ne de çok yeni. Siz onun ne olduğunu çözmeye çalışırken çoktan yörüngesine girmiş oluyorsunuz.

Lady Gaga, aslen İtalyan'mış. Tam adı Stefani Joanne Angelina Germanotta. Bu dört kelimeyi üst üste koyup Lady Gaga'yı bulmak da ayrı bir başarı bence! Son olarak, bu tuhaf kadını takip edin derim, iki binli yılların müzik dünyasında şimdiden bir fark yarattı çünkü!